SANA RENGARENK KELEBEKLERİ DE GETİRECEĞİM ANNE
Belli bir süre önce kendime sorular sormaya başladım. Neye göre, nedenler, niçinler, evet veya hayırlar yerine zamanına, koşuluna ve kişiye göre o kadar çok değişiyor ki yani tavuk bile kesmeye kıyamayacak bir insanın toprak, bayrak, dini için, ulusu vs. belli şekle girdiği durumlarda bunun tam tersini insan denen bir canlının üzerinde çok rahat uygulandığını tarihler boyu uyguluyoruz, görüyoruz. Böyle bir ruh haliyle şu anki yaşantıma bir pizza dükkanı işleterek devam ediyorum. Şimdiki yaşam dönemimde sonrasını ne gösterecek ben de bilmiyorum bu yaşam rüzgarının. Genelde erken kalkarım, belli bir zaman ayarım yoktur. Gece beş de olabilir, kalkar dükkanıma gelir düşünürüm, okurum vs…
Gecelerin sessizliği galiba beni mutlu ediyor.
Böyle gecelerin birinde birden aklıma annem geldi. Seni karnında taşıyan, senin sebep olduğun ağrılara sızılara, sabır ve özlemle dayanan, onun normal vücut yapısının içinde farklılıklar yaratan seni. Kendi bedeni içinde başka bir bedenin oluşmasını hissederek ona yaşama şansını veren. Bedeninden gelen sıvıyla sana yaşamındaki ilk yemeğini veren belli bir süre daha verecek olan Anne denen varlık ve ben böyle bir varlığı güncel yaşam döngüsü içinde unutmuştum. Kendimde tarifsiz bir şekilde utanma duygusu gibi bir şey hissettim çünkü ben uzun zamandır annemi unutmuşum.
Neden? Böyle bir neden? Ben de diğerlerine benzemiştim halbuki kendi çapımda bir insanı insan yapan değerler nelerdir diye öğrenmeye çalışan insanlardan biriydim kendimce. Bana ne oldu? Halbuki benden sadece beş km mesafedeydi ve önünden defalarca geçtiğim halde neden?
Ben bir kere bile (RUHUMU, İNSANLIĞIMI ARINDIRMAK İÇİN) yanına bile gitmeye gerek duymaz olmuştum. Ölüme saygım vardı. Günü gelen herkes bir sonrakine sırasını devredecek. Bunu içtenlikle kabulleniyordum ama bu farklı bir duygu çünkü; bizi diğer canlı türlerinden ayıran ve adına İNSAN dediğimiz düşünme, sorgulama, değerlendirme vs… çok farklı özelliklerimiz vardı. Bana ne olmuştu? Yaşamın gerçeği ölenle ölünmez deyip kendimi haklı mı görmeliydim? Yıllardır erken kalkarım. Belki eski mesleki alışkanlığımın bende bıraktığı bir iz bilemiyorum ve şimdi son yedi yıldır bir zamanlar bir hayal olan bir şeyi gerçeğe dönüştürmüş onun mücadelesini veriyordum. Bazen gece yarıları da dükkanıma gelir bir şeyler okumaya kendimi tanımama yaşamımı anlamamı sağlayacak bir takım bilgiler edinmeye çalışıyorum. Bu güne gelene kadar zor günler geçirmiştim ama bütün o zorlukların bana ileride başarmanın, mutluluğun, gerçek öğretici ve habercisi olacağını sonradan anlayacaktım. Çünkü o zamanlar yapmak istediğim şeyin normal olarak maddi belli bir bedeli vardı. Oysa maddi durumum hiç yoktu. Bu da işi imkansız hale getiriyordu.
Bankalardan kredi çekecektim, o da yeterli değildi.Elimdeki ne varsa tek ve en büyük kozum ‘KESKİN BİR İNANÇ, AŞIRI İSTEK’, her ne olursa olsun KESİNLİKLE BEDELİNİ ÖDEMEYE HAZIRDIM ve yapacağım işin önce temelini öğrendim. Sorular sordum. Sınırsızca istekli sorular…
Bir başarı bekliyorsam önce buradan başlamalıydım. Çok akıllı olman önemli değildi. Önemli olan akıllıların akıllarından faydalanmak, onların tecrübelerinden faydalanmak, sonra kendi felsefemi üzerine koyacaktım. Yapmak istediğim o işin ruhunu ben belirleyecektim. Öyle de yaptım. Hatalarım çok oldu. Sorun değil, çünkü tecrübesizdim öğreniyordum. Her hatamdan ders alıyordum. Biliyordum ters giden şeylerin başarıyı, mutluluğu getirecek sihirli bir anahtar olduğunu. Çünkü her gece yarısı dükkanıma geldiğimde yüzlerce dostum bütün içtenlikle beni bekliyorlardı. Sıkıştığımda ve onlara her danıştığımda sorunlar sorun olmaktan çıkıyordu ama işin ilk başında bir hata yapmıştım. Onları dinlememiş, duygusal davranmıştım. Bir hata yaptım, bu bir hata bin tane doğruyu sorgulamama neden oldu. Maddi, manevi kendi çapımda bedeli ağır oldu. Çünkü doğru ne kadar doğru olursa olsun, doğru adamlarla paylaşınca anlam kazanır. Boş insanlarla içi dolu hayaller kurulamayacağını öğrenmiş oldum. Bu, benim başarım için en iyi öğretilerden biri oldu ve şimdi kendi felsefeme göre yapmak istediğim şeyin 7. yılında yavaş yavaş etkilerini görmeye başladım. Ama konu sadece karın doyurmak değildi. İşin bir “ruhu” olmalıydı. İnsanlar olumlu yorumlar yapıyor, çocuklarının yüzü gülüyor ve en önemlisi inanıyorlardı, güveniyorlardı. Bu maddi imkanla ölçülecek bir değer değildi. Bunu anlatmaya çalışmıştım. Şimdi o insanlar benim yerime anlatıyorlar çünkü, bu benim mesleğim değildi. Ticaretten hiç anlamam ama öğrenmeyi seviyorum. Doğru insanlara doğru soruları sormaya çalışıyorum. Hiç bir zaman kazanç konusunda iddiada bulunmamıştım ama yapacağım isim konusunda iddialıydım çünkü işe başlamadan önce 10 yıl, bulunduğum bölgedeki yerleri çok gezdim, hayal kurdum.
Neden beni tercih edeceklerinin sebebini öğrenmeye çalıştım ve bu arada 2 yıl boyunca hafta sonları evimde kaliteden kaçınmadan pizza yapıp tanıdığım yerlere karşılığını beklemeden hediye ediyordum. Siz kendi çapınızda sıradan olan çevrenize, çapınızdan büyük olan hayalinizi anlattığınızda doğal olarak sizi “çılgın, delirmiş” olarak görüyorlar. Ama dostlarım bana söylemişti; “KORKARAK YAŞAYANLAR YALNIZCA YAŞAMI SEYREDERLER”. Bir de maddi imkansızlık eklenince kimsenin sizinle iş yapmak istememesi olağan oluyor. Ama gerçek başarı ve mutluluğun hazzı biri veya birileri tarafından yardım almadan başarabilmenin tadı bir başka. Bunu ancak bu şartlar altında yaşamış olan kişiler anlayabilir.
Ben logomu bir kızılderili yüzü olarak, önce düşüncelerime sonra koluma dövme olarak koymuştum. Seneler sonra dükkanımı açtığımda logom da hazırdı. Sanki bir sihir gibi şu anda hala devam ediyor. Hiç bir şey tesadüf değildi. Aslında dostlarım bana daha önceden söylemişti “UNUTMA BAŞARI TESADÜFLE GELMEZ”
Evet ilkelerimden ödün vermemiştim bu konuda doktorluk bile oldum (depresyondasın). Belli bir süre şu hapı kullan durumunu bile yaşadım. Yaptığım her hatadan ders aldım, eksik yönlerimi güçlü kılmak için uğraştım. Artık ters giden şeyler benim için eğlenceliydi. Dostlarım söylemişti “EĞER ACIDAN ZEVK ALMAYA BAŞLADIYSAN BAŞARI YAKINDIR” Bu duygular ve yoğunluk içerisinde yaşarken annem aklıma geldi yine. Birden şu düşünceye kapıldım. Nasıl bir insanım? Kendimi boşlukta hissettim. Benim gibi bir takım değerlere kafayı takan biri nasıl olur da bu duruma gelebilir. Böyle binlerce insan olduğunu biliyordum ama ben kendi çapımda beni ben yapan değerlerimi özellikle hatalarımı kusurlarımı bu kadar uğraşırken. Bu dünyevi işler içerisinde bu kadar yakın mesafede olan annesinin mezarına nasıl gitmez insan! Nasıl oluyordu da böyle bir varlığa sıradan, ölmüş bir canlı gibi davranır. Bir insan, anne gibi bir varlığın mezarına gidince ruhunu arındırır. Yıllarca beraber paylaşılan, konuşulan, hissedilen, kokusunu, tenini tanıdığımız, duygu alışverişi yaptığımız bu kişi bir de ANNEMİZ ise durum daha da vahim oluyor. Gece yarısı uyku tutmadı. Bostancı mezarlığına gittim. Aradım bulamadım. Yola yakındı halbuki. Tekrardan aradım yok. Geri döndüm, düşünmeye başladım. 30 yıl önceydi ve ondan sonraki yıllarda gitmiştim birden bire benim için her şey ters yönde değişmişti. Annem vefat etmişti. Hastaydı, benim de işim denizdeydi. Burada değildim. Öğrenip geldiğimde boş toprağa bakıp ağlamıştım. Sonra bir kaç defa gidip onun olmayışını kabullenmeye başladım. Yaşam böyle bir şeydi. İlk aldığımız nefesin verilecek son nefesin habercisiydi. Kabulleniyor, zamanla alışıyor insan. Hayata devam etmek zorundayız.
Annemin gidişi yaşantımın değişmesini anlamına gelmiş, evden ayrılmıştım. Yaşım gençti. Oraları, buraları arayış içine girmiştim. Bu arayışlar içinde iken annemi kendi ruh halimin içinde bir kenarda bırakmıştım.
Kendi ülkemde çalışmaya başlamıştım ve emekliliğim de burada olacaktı. KİTAPLAR, GÖZLEM, DİĞERLERİNİN TECRÜBELERİNDEN FAYDALANMAK, SINIRSIZ SORU SORMA İSTEĞİ vs… ve sihir başlamıştı. Bu arada evliydim 4 yaşındaki çocuğum sorular soruyordu. Bir gün bana “baba senin annene ne oldu?” diye sordu. Çok netti soru ve nerede? Ona bir şeyler anlatmaya başladım. Sorusunu yumuşatmaya çalıştım. Garip bir duygu. Çocuğum olmuş bana annemi soruyordu. Yıllar önce bir kenarda bıraktığım yaşantımdan bir bölümü sanki oğlum kendi elleriyle açmaya çalışıyordu. Beni geçmişe götürecek sorular soruyordu.
Annemin resmi de yoktu, kendi çocukluğumun resimleri de.çünkü yıllarca sedece bir valizim vardıbütün dünyam o zamalar o valizin içine sığdırabildiklerimden ibaretti Kendi çocukluğum ve annem sanki o ana kadar beraber yaşayan başka varlıklar gibiydiler. Şimdiki benimle bağlantıları yokmuş gibi, bir defterin ortasından yazmaya başlamak gibi… Diğer sayfalar boş duruyordu. Farkında olmadan bir kenara mı atmıştım? Aslında doluydu tabiki. Dört yaşındaki oğlum bana bu sayfalardan sorular soruyordu. Anaokuluna gidiyordu ve diğer çocukların anneannesini, babaannesini görüyor, babasının tarafında ise hiçlik, derin bir boşluk vardı. Bu konuda oğlumun bu tür soruları beni rahatsız eder olmuştu. Aslında düşünüyordum ama daha erken, yaşı küçük diye düşünmüştüm fakat o kendince sanki bana “baba her şey temelden başlar, temeli sağlam olmayan bir kütle sağlam duramaz, bana benim temelimi anlat, tanımak benim de hakkım” der gibiydi.
Annemi ve çocukluğumu bir kenara bırakmışım ikisi bir yabancı gibi. Sanki onlar oğlumu bir aracı, elçi olarak seçmişler bana sesleniyorlardı. “Babana söyle uyandır onu. Biz hala buradayız. Onun şu anki bütünlüğünün geçmişteki parçasıyız. Biz olmadan bir parçası eksik kalır bu da dengeyi bozar” der gibiydiler. Doğa gereğini yapıyordu. Küçük çocuğum bana “baba, yaşamda her şey olur. Önemli olan düşmek değil, tekrar ayağa kalkmak diyordu. Sen zaten kalkalı çok oldu. Hadi parçaları beraber toplayalım, beni de ekle” der gibi.
Yakın sabahların birinde Küçükyalı Pazarı’nda çiçek satan, daha önceden tanıştığım birine gittim ve ona annem için çiçekler alacağımı söyledim. O da bana göstermeye başladı. Ona ne amaçla alacağımı söyleyince “başın sağolsun” dedi. Tebessüm ettim. Otuz yıl sonra biri bana “başın sağolsun” demişti. Heyecanlıydım. Oğlumu annemle tanıştıracaktım. Annemin güzel görünmesini istiyordum. Onun torunuydu. İlk buluşmalar önemlidir. Üzerimde utanma duygusu da vardı çünkü mezarı sadece mermer ve topraktan ibaretti. Oğlum onu öyle görsün istemezdim çünkü biliyordum bana soracaktı hayret ve şaşkınlık içerisinde. “Baba sen bunu nasıl yaptın? Sen beni her zaman koklayarak seversin. Bana “tamam oğlum, canım oğlum, aferin oğlum” dersin. Hala beni dudağımdan öpersin. “Bu farklı duygu” dersin. Sen çocuğuna böyle bakarken senin gibi biri annesine nasıl böyle davranır? Onu sahipsiz, ıssız bırakır diğer komşularının yanında!” Evet böyle derdi biliyorum. Aslında o zamanki ruh halimdi. O toprağa bakınca 30 yıl önceye gitmiştim. Issız, sessiz ve bomboş olmuştum ama hiç bir zaman veda etmemiştim. Anneme baktım ve geri dönmüştüm her seferinde. Sadece içimden ona “anne bir gün geri döneceğim. Ne zaman ben de bilmiyorum. Kendimi tanıyıp, kendimle barışıp güçlü bir evladın olarak döneceğim. Senin toprağını birilerine belli bir ücret karşılığı değil de kendi ellerimle kazarak, eşeleyerek güzelleştireceğim. Şimdi sadece bomboş bakıyorum. Sinirli, kırgın, kafayı takan, dertlerini anlatan halimle değil, düşüncelerinde güller açan, kendini tanıyan, ifade edebilen oğlun olarak geleceğim. Biliyorum her anne çocuğunun mutlu olmasını ister. Şimdi daha iyi anlıyorum seni. Çocukken başımı okşayışını…
Çünkü ben de bir babayım. Bu başka duygulara benzemiyor. Evet anne, söz verdiğim gün geldi artık. Çok beklemiştim, aynı senin gibi bu günü. Ama bak anne yaşam güzel sürprizlerle dolu. Bakıp görmeyi, sabretmeyi, beklemeyi bilenler için her şey ayağına gelirmiş. Şimdi ben de sana bir sürpriz yaptım, sana torununu getireceğim. Adı “Can” anne. Dört bir yanına diktim gülleri. Anne ellerimle eşeleyerek her eşelediğimde sanki kendimi arındırıyordum. elimden geldiğince diğer çiçekleri de yerleştirdim. Biliyor musun birden bire çok değiştin. Çocukken başımı okşardın, şimdi benim kendi çocuğumu okşadığım gibi. Çiçekleri ekerken sanki senin saçını tarıyormuş gibi oldum. Her koyduğum çiçek senin saçının her telini güzelleştiriyormuş gibi duruyor. Bu arada garip bir şey oldu. Hiç uğramayan küçük sinekler bile sadece senin yattığın yere geldi, uçuşup duruyorlar. Şimdiye kadar kovalayıp durduğum sineklerin bir gün bana mutluluk vereceğini hiç tahmin etmezdim.
HER ŞEY YERİ VE ZAMANINA GÖRE ANLAM KAZANIYOR.
Çiçeklerin kokusu onları çekti sanırım. Bir yaşam belirtisini hemen hissettiler. Aynı benim düşüncelerimdeki gibi uçuşup duruyorlar umut ve neşe ile. “SANA SÖZ ANNE SANA RENGARENK KELEBEKLERİ DE GETİRECEĞİM”. Neşe ile uçuşacaklar senin etrafında.
NOT; ANNE CAN SENİN EVİNE İLK GELDİĞİNDE NE DEDİ BİLİYOR MUSUN? BURASI NE GÜZEL BİR YEEER SEN VE KOMŞULARIN ONU ÇİÇEKLERLE KARŞILAMIŞTINIZ.
Annemin yattığı yerin adını oğlum CAN ile mezarlığa değil babannemin bahçesini sulamaya gidiyoruz olarak koymuştuk.
YUSUF AKBAL

